18 Şubat 2021 Perşembe

KÖY KALKINMASI

KÖY KALKINMASI Şahabettin KÜÇÜKYAZICI Tarımsal yaşam çanlandırılıp, köyde yaşayanların sosyal ve ekonomik durumunun yükselmesi sağlanmalıdır. Buna bağlı olarak, köylünün eğitim durumu yükselmelidir. Böylece kalkınmaya katkısı ortacaktır. Uzunca bir süredir sanayi ön plana çıkartılarak, kalkınmanın bö sayede gerçekleşeceğine inanılmıştır. Elbette, sanayileşme çok önemlidir. ancak, kasaca köylü olarak tanımlaybilelceğimiz, tarım ve hayvanlcılıkla uğuraşanlar üretmez ise sanayi ürünleri üretenlerin tek başına nasıl ayakta kalacağını düşünmenin yanlış olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Bu nedenle köy ve köylümüzün zenginleşip kalkınması için mucizeler falan da gerekmemektedir. Geçen yüzyılda, Atatürk Türkiyesinde bunun ilk adımları atılmış, ciddi başarılar elde edilmiştir. Günümüzde köyden kente göz o kadar çok hızlı artış göstermiştir ki, köyler ancak turistik amaçla ziyaret edilir hale gelmiştir. Pek çok köyde kış aylarında kimse kalmadığı görülmektedir. Buna paralel olarak, köy okulları kapatılmış, köylerde önemli rehberlik görevi yerine getiren öğretmenler de şehire taşınmıştır. Diğer taraftan, tarım ürünlerinin ekiminden başlayarak, değerlendirilmesi hatta pazarlanması üzerine ciddi eğitim görmüş olan binlerce Ziraat Fakültesi mezunu ve tarım teknisyeni genç işsiz olduğu bilinmektedir. İş bulamamış veye tarım dışı işlerde meslekleri dışında bir işte çalışlamka olan bu gençlerin kası bir eğitimle öğretmen formasyonu kazanması pekala mümküdür. Köy okulları yeniden açılarak bu gençlerin buralarda görev almaları sağlanmalıdır. Buna paralel olarak, şehirlere göc etmiş, üstelik halen işsiz kalmış nüfusun, tarımsal üretime dönmesi kolayca teşvik edilebilecektir. Bu çerçevede, geçmişteki Köy Enstitüleri deneyimlerinden yararlamak suretiyle, Öğretmen- mühendislerin köylü ile yakın ilişki kurmaları, bilinçli bir tarımsaz faaliyetin başlamasına kıvılcım teşkil edecektir.Boş zamanlarında öğrentmen mühendisler, Köy kahvesin ve Köy Odasında köylüye her alanda rehberlik edeceklerdir. Öğretmen Mühendisler, köylüyü tarım,tarım aletleri,zirai ilaçlar,hayvancılık konularında devamlı bilgilendirebilir. Hangi tohumu hangi ilacı hangi mevsimde kullanacağını basitçe anlatabilir. Köy öğretmeni, esasen İl İdaresi Kanunumuz gereği ihtiyar heyetinin tabii üyesi olup, muhtar ve diğer üyeler ile sürekli irtibat halinde olup,sürekli olarak Kaymakamı’nın, İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün ve İlçe Ziraat Müdürü ile İlçe Belediye Başkanı ile köylerin ilişkisini güçlendirecek,köylünün üretiminin değerlendirilmesi mümkün olacaktır. TOKİ tarafından kibrit kutusu gibi yapılan konutların, ahırlar bölgesi, küçük bahçeler, kümesler, küçük tamir-bakım atelyeleri ile desteklenmesi gerekmektedir. Tarımsal ürünler ithaline dur denilmesi, geniş ve verimli arazilere sahip ülkemizin kendi ihtiyacını karşılaması, eskiden olduğu gibi tarımsal ürün ihraç eden bir ülke olması bu suretle sağlanmış olacaktır. Bu amaçla yapılması gereken en önemli çalışmaların başında; köyden kente göçü önlemek gelmelidir. Şehirde olan bazı imkanlar köylerde de olmalıdır. Örneğin mütevazi bir köy sineması,aynı binada gönüllülerden oluşan zaman zaman da turnelerin ziyaret edip oyun sahneye koyacakları küçük bir tiyatro sahnesi kolayca kurulabilir. Öğretmen ve muhtar marifetiyle amatör tiyatro kulübü kurulabilir. Bunlar bazılarına lüks gibi gelebilir. Ama değil.’’hiçbir sorun yoktur ki içinde çözümü de barındırmasın.’’ Köydeki öğretmen ve üniversitede okuyan gençler devlet yetkilileri ile öncellikle belediyelerle iyi ilişkiler kurarak tohum, mazot, su, elektrik, tarım alet ve makinelerindeki teşviklerden yararlandırılmalıdır. Bu konuda köylüye öncülük edilmelidir. Köy kahveleri elden geçirilir ve buralarda illgili Kurum ve Kuruluşlar desteğinde internet kafeler, kütüphaneler oluşturulabilecektir. Yeter ki istensin. Balkan ülkelerine yaptığımız kısa ziyaretlerde bunun örneklerine sıkça rastlanmıştır. Yapılan Yorumlar

8 Şubat 2021 Pazartesi

KIRSAL MAHALLELER

KIRSAL MAHALLELER Şahabettin KÜÇÜKYAZICI Yerel yönetimlerin önemi her geçen gün artmaktadır. Yerel halkın ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla özerk kamu tüzel kişileri olarak kurulmuş olan yerel yönetimler demokrasinin olgunlaşmasında ve yerleşmesinde son derece önemli roller üstlenmişlerdir. Yerel Yönetimlerin çalışmaları 1911 yılında yürürlüğe girmiş olan İl İdaresi Kanunu 2005 yılında 5302 Sayılı Kanunla yeniden düzenlenmiştir. 1930 yılında yürürlüğe giren Belediye Kanunu, 1984 yılında 3030 Sayılı Kanun ve 2004 yılında çıkarılan 5216 Sayılı Büyükşehir Belediyeleri Kanunu, 2005 yılında 5393 Sayılı Kanunlarla düzenlenmiştir. Anayasa’nın 127. maddesinde yerel yönetimlerin tanımı şu şekilde yapılmaktadır: “Mahalli idareler; il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir. Nihayet, 2012 yılında 6360 Sayılı Kanun, Büyükşehir Belediyeler ile ilgili kapsamlı bir düzenleme getirmiştir. Bu değişiklikle, 30 ilde 16 bin 220 köy mahalleye dönüştü. Türkiye’deki 34 bin 434 olan köy sayısı 18 bin 214 köye düştü. Yasa ayrıca, 1053 belde belediyesini de mahalleye dönüştürdü. Yasa, 2012’de çıkarıldıktan sonraki ilk yerel seçimde 30 Mart 2014’te uygulamaya geçti. Bu Kanunla getirilen düzenlemelerden bizce en çok üzerinde durulması gerekenin büyükşehir sınırları içerisinde yer alan belde ve köylerin tüzel kişilikleri ortadan kaldırılmış; köyler mahalleye dönüştürülmüş ve ortak malları da büyükşehir belediyelerine devredilmiş olmasıdır Geçen bu süre zarfında çok önemli sıkıntılar yaşandı. Mahalleye dönüşen köylerin ve beldelerin ortak kullanılan tüm malları, meraları, taşınmazları bağlandıkları belediyeye geçti Köyler mahalleye dönüşünce Büyükşehir Yasası ve kuralları uygulandığı için köylülerin ihtiyaç duydukları ahır ve benzeri yapıları yapmaları zorlaştı. Bürokrasi arttı. Hayvancılık yapanlar “koku yapıyor” diye şikâyet edilerek bulundukları yerlerden uzaklaştırılmaya zorlandı. Tarımsal üretim, özellikle hayvancılık yapanlar için her geçen gün daha zor hale geldi. Oysa biz neyi biliyoruz; 442 sayılı Köy Kanununa göre köyün ihtiyar heyetinin olağan iki üyesinden biri imam diğeri köy öğretmenidir! Mahalle olan köylerde artık ne köy ihtiyar heyeti yani encümen, ne köy sandığı, ne imece kaldı, per çok yerde okul da kalmadı. Bu uygulama tarımın kesiminde olumsuz gelişmelere neden olmuş, kırsalın nüfus yapısını, kültürünü, üretim ve yaşam biçimlerini doğrudan etkileyecek uygulamalar getirmiştir. Kırsal mahallelerde yaşanan sıkıntılar Tarım Şurasında da dile getirilmiş, yetkililer nezdinde genel kabul görmüş, 16 Ekim 2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 7254 Sayılı Kanun” ile mahalleye dönüşen köy ve beldelerle ilgili önemli bir düzenleme yapılmıştır. Ancak, Kırsal Köy olabilmek için muhtarların işçe belediyelerine başvuru şartı getirilmiştir. “MADDE 10 – 10/7/2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununa aşağıdaki ek madde eklenmiştir. “EK MADDE 3 – Köy veya belde belediyesi iken, mahalleye dönüşen ve büyükşehir belediyesi sınırları içinde bulunup sosyo-ekonomik durumu, şehir merkezine uzaklığı, belediye hizmetlerine erişebilirliği, mevcut yapılaşma durumu ve benzeri hususlar dikkate alınarak ilgili ilçe belediye meclisinin kararı ve teklifi üzerine büyükşehir belediye meclisinin en geç doksan gün içinde alacağı karar ile kırsal yerleşim özelliği taşıdığı tespit edilen mahalleler, kırsal mahalle kabul edilir. Bu belirlemenin mahalle düzeyinde yapılması esastır. Ancak; tamamı kırsal mahalle olarak tespit edilmeyen diğer mahallelerde de on bin metrekareden az olmamak kaydıyla kırsal yerleşik alan belirlenebilir. Kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan vasfı bu fıkrada belirtilen usulle kaldırılabilir. Büyükşehir belediyesi, birinci fıkra uyarınca ilçe belediyesinden gelen teklifi aynen veya değiştirerek kabul edebilir ya da reddedebilir. Kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan olarak belirlenen yerlerde; gelir vergisinden muaf esnaf ile basit usulde gelir vergisine tabi mükellefler tarafından bizzat işyeri olarak kullanılan bina, arsa ve araziler ile mesken amaçlı kullanılan binalar ve zirai istihsalde kullanılan bina, arsa ve araziler 29/7/1970 tarihli ve 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanununa göre alınması gereken emlak vergisinden muaftır. Bu yerlerde, ticari, sınai ve turistik faaliyetlerde kullanılan bina, arsa ve araziler için emlak vergisi %50 indirimli uygulanır. Kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan olarak belirlenen yerlerde, 26/5/1981 tarihli ve 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken bina inşaat harcı ile imarla ilgili harçlar alınmaz; anılan Kanuna göre alınması gereken diğer vergi, harç ve harcamalara katılma payları %50 indirimli uygulanır. Bu yerlerde içme ve kullanma suları için alınacak ücret en düşük tarifenin işyerleri için %50’sini, konutlar için %25’ini geçmeyecek şekilde belirlenir. 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu uyarınca bilanço esasına göre defter tutan mükellefler için bu fıkrada belirtilen muafiyet ve indirimler uygulanmaz. 3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 12 nci maddesinin yedinci fıkrası ile 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun ek 17 nci maddesi hükümlerinden yararlanan yerler; kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan olarak belirlenmesi halinde bu madde hükümlerine aykırı olmayan hak, sorumluluk ve imtiyazlardan faydalanmaya devam ederler. Bu madde uyarınca kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan olarak belirlenen yerler hakkında 12/11/2012 tarihli ve 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun geçici 1 inci maddesinin on beşinci ve yirmi dokuzuncu fıkraları uygulanmaz.” YENİ DÜZENLEME NE GETİRİYOR? Bütünşehir Yasası’nın köylerimizde yarattığı olumsuzluklar ortadan kalkmayacak olsa da yapılan yeni düzenlemeyle, eski Köy Statüsündeki yerleşim merkezlerinin, kırsal mahalle statüsüyle ; esnafa basit usulde gelir vergisine tabi olmak, burada yaşayanlar tarafından bizzat işyeri olarak kullanılan bina, arsa ve araziler ile mesken amaçlı kullanılan binalar ve zirai istihsalde kullanılan bina, arsa ve araziler 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanununa göre alınması gereken emlak vergisinden muaf olmak, ticari, sınai ve turistik faaliyetlerde kullanılan bina, arsa ve araziler için emlak vergisi yüzde 50 indirimli uygulanması gibi kolaylıklar getirilmektedir. Bina inşaat harcı ile imarla ilgili harçlar alınmayacak. Vergi, harç ve harcamalara katılma payları yüzde 50 indirimli uygulanacak. İçme ve kullanma suları için alınacak ücret en düşük tarifenin işyerleri için yüzde 50’sini, konutlar için yüzde 25’ini geçmeyecek şekilde belirlenecektir. Bize göre bu değişikliklerle beklenen çözümün sağlanmayacağı, konunun belediye encümenlerinin kararına bırakılması yerine, köy ve köylünün kaderinin orada yaşayanlar tarafından belirlenmesi için, yeniden Köy Kanununa dönülmesinin yerinde olacağı düşünülmektedir. # google.com # yandex.com.tr # corluda.com

6 Şubat 2021 Cumartesi

BİTKİSEL YAĞLAR

BİTKİSEL YAĞLAR Şahabettin KÜÇÜKYAZICI www.gazeteistanbul.net Bitkisel yağlar, insan beslenmesinde vazgeçilmez bir besin öğesi olarak kabul edilir. Uzmanlara göre yağ tüketmeden sağlıklı beslenmek olası değildir. Hangi yağın tüketilmesi gerektiği konusunda ise farklı görüşler olmakla birlikte, konumuz toplumun yağ tercihinizi belirlemek olmayıp, üretimiyle ilgilidir. Hayvansal yağ üretimimizin kısıtlı olması nedeniyle, yemeklik yağ ihtiyacımız bitkisel yağlarla karşılanmaktadır. Son yıllarda pek çok tarımsal üründe olduğu gibi, bitkisel yağ üretimi için yağlı tohum ithali de yapılmış, yıllık üç milyon ton dolayında yağlı tohum ithal edilmekte olduğu, yaklaşık üç buçuk milyar dolar bedel ödenmekte olduğu bilinmektedir. Öğrencilik yıllarımda, İktisadi Coğrafya dersimizde hocamız Prof. Abdullah Türkoğlu, yemekli ve bitkisel yağ ihtiyacı için Türkiye’nin Soya Fasulyesi üretmesinin kaçınılmaz olduğunu örneklerle anlatmıştı. Daha sonra, Karadeniz Bölgesinde bir Soya Fabrikası kurulduğunu, buna bağlı olarak ekim de yapılmakta olduğunu basında okudum. Son yıllarda Türkiye’nin yağlı tohumlarda dışa bağımlı hale geldiğini örendim. Bu nedenle, İktisat Fakültesi birinci sınıfında öğrendiğim Soya üretiminin gündeme alınması konusunu ele almak istedim. Birkaç tropikal ürün dışında hemen her ürünün yetiştiği Ülkemizin, tahıl ve yağlı tohumlar konusunda dışa bağımlı olması kabul edilemez gibi geliyor bana. Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği verilerine göre, beş milyon tona ulaşan yağlı tohum ithalatına on verilebilmesi mümkün müdür? En çok bilinen ve kullanılan ayçiçeği, mısır, soya, pamuk, kanola gibi ürünlerin hepsi ülkemizde yetişmekte ve üretilmekte olduğu halde üretim yetersiz kaldığı için ithalat yapılmaktadır. İthalat bağımlılığından kurtulmanın yolu, elbette yerli üretimi artırmaktır. Bu nedenle hükümetlerin hedefinin de ithalat yerine, yerli ürünlerin üretimini artırmak olmalıdır. Halbuki, Yurdumuzda milyonlarca tarım arazisinin ekilmediği, boş kaldığı haberleri her gün medyada yer almakta, İşsizlik iki haneli rakamlarla ifade edilmektedir. Ülkemizde yağlı tohumların ekimi için iklim uygun, su kaynaklarımız yeterli, makine ve teçhizat konusunda bir sorun bulunmadığı cihetle bu konu üzerinde durulması gerekir. Bu konuyu böylece belirledikten sonra, üretimin neden gerçekleşemediğine baktığımızda; girdi maliyetlerimizin çok yüksek olduğu görülmektedir. Su ve enerji maliyetlerimiz çok yüksek, gübre, ilaç, tohum bedellerinin de rakiplere göre pahalı olmasının rekabeti önlediği, üreticinin toprağını ekmediği ifade edilmektedir. Çiftçiler, üretime yönlendirilse de, artan üretimin satış problemleri, çiftçiler için yeni üzüntü kaynağı haline gelmektedir. Üretim artışına sevinmek yerine, artan maliyetlerine rağmen çiftçiler bir önceki yıla göre düşen bir fiyat politikası ile karşılaşabilmektedir. Üretimdeki artış, çoğu zaman zararı karşılamaktan uzaktır. Bu durumda çiftçiler tarlalarından uzaklaşmaktadır. Ayçiçeğinde bu durum yıldan yıla üretim azalmasına, ithalatın artmasına neden olmaktadır. Bu arada, bir miktar yağlı tohum ihracatından bahsetmek mümkün ise de sonuçları etkileyecek miktarlar söz konusu değildir. Mevcut ürünler için bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, yağlı tohumlar konusunda alternatif ürün olarak düşündüğümüz Soya konusuna değinmek istiyorum. Yağlı tohumlar, insan ve hayvan beslenmesinde önemli bir yere sahip oldukları gibi, sanayi sektörü için de önemli bir ham madde kaynağıdırlar. SOYA MUCİZESİ Yüksek oranda protein içermekte olması nedeniyle insan beslenmesinde önemlidir. Asya halkı tarafından binlerce yıldır beslenmede kullanılmaktadır. Yaklaşık yüzde yirmi yağ ihtiva eden soya, yağı alındıktan sonra, hem insan hem de hayvan beslenmesinde kullanılabilmektedir. Ekim alanlarında, toprağı azot bakımından zenginleştirmekte, kendisinden sonra ekimi yapılacak bitkiler için, otsuz, kabartılmış bir toprak bırakmaktadır. Soya, mısır, zeytin ve ayçiçeğinden çok daha fazla omega-3 içermektedir. Yapısı farklı olmakla birlikte balık yağı kadar besleyici niteliklere sahip, insan sağlığı için faydalı bir besin özelliğine sahiptir. Halen, Ülkemizde bitkisel yağ tüketimi sıralamasında yüzde onluk bir payla üçüncü sırada bulunan soya yağının payının artırılması her bakımdan faydalı olacaktır. Büyük ithalat kalemlerimiz arasında yer alan bitkisel yağ ihtiyacımızın, yerli üretimle karşılanabilmesi imkanımız vardır. Bunun için, yurt dışına ödediğimiz döviz yerine kendi çiftçimizin desteklenmesi yeterli olacaktır düşüncesindeyiz. Öncelikle, yağlı tohumlar için gıda güvencesi sağlanmalıdır. Buğdayda olduğu ürünlerin stratejik ürün olduğu kararı alınmalı, ekiminden itibaren, ürünlerin satın alınmasına kadar sözleşme yapılmalıdır. Bu çerçeve teşvik ve primler de uygulanması halinde, Türkiye yağlı tohum konusunda ithalat bağımlısı olmaktan kurtulabilecektir. Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği Başkanı tarafından yapılan açıklamalarda, çiftçilerimize yeterli desteklerin verilmediği ifade edilmektedir. Sonuç olarak ayçiçeği, pamuk, kanola ekimi konusunda, gerekli ıslah çalışmaları önemsenmeli, ekim kolaylığı ve verim yüksekliği olduğu kaul edilen soya fasulyesi ekiminin teşviki bakımından sözleşmeli tarım uygulamasına geçilmesi kaçınılmazdır.

14 Ocak 2021 Perşembe

ÇORLU HAVALİMANI

ÇORLU HAVALİMANI Şahabettin KÜÇÜKYAZICI www.gazeteistanbul.net Çorlu Trakya`nin merkezinde, plato yüzeyinin üzerindeki düzlükte yer alır. Çorlu İlçesine yakın, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illerine ulaşım çok kolaydı. Türkiye Havalimanlarının işletilmesi ile görevli Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü'nce inşa edilmiştir. ​Halen, İç hat ve Dış Hat Terminalleri mevcut olup; ​6521m2 olan Havalimanı Terminali yıllık 1 milyon yolcu kapasitesine sahiptir. 7 adet check-in bankosu mevcut olup, 1 adedi engelli yolcular için düzenlenmiştir. Havalimanı güvenliği polis ve özel güvenlik personeli tarafından sağlanmaktadır. Ayrıca, CCTV kamera sistemi ile 24 saat izlenilmektedir. Tüm giriş noktalarında X-ray bagaj kontrol cihazları ve kapı-el detektörleri ile güvenlik kontrolü yapılmaktadır. Giden yolcu salonunda 5 adet, geliş salonunda 5 adet pasaport bankosu vardır. Giden ve gelen yolcu salonlarında yurt dışı harç pulu satışı yapılmaktadır. Giden yolcu salonunda uçağa geçiş için 2 adet (gate) kapı bulunmaktadır. Yolcular kapılar üzerindeki uçuş bilgi monitörleri ve anons ile bilgilendirilir. Gelen yolcu salonunda 2 adet bagaj alım konveyörü bulunmaktadır. Yolcular uçuş bilgi monitöründen bagaj bilgilerini takip edebilirler. Check-in salonunda bulunan danışma ofisinden yapılan anons sistemi ve uçuş bilgi monitörleri aracılığıyla yolcular bilgilendirilmektedir. Terminal binası diğer çevre binalar ile birlikte, yangına karşı 24 saat yangın algılama ve ihbar sistemi ile korunmaktadır. Havalimanında 24 saat yangınla mücadele ekibi görev yapmaktadır. Havalimanında 24 saat acil sağlık hizmeti verilmektedir. erminal binası içerisinde engelli/engelsiz ankesörlü telefon bulunmaktadır. Dış hatlar geliş ve gidiş salonlarında duty free için kiralık mahal mevcuttur. Hava alanında 24 saat hizmet veren otopark bulunmakta, Ulaşım hizmeti için uçuş saatlerinde belediye otobüsleri ve taksi mevcuttur. Trakyanın tek ve aktif olarak kullanılan havaalanı olan Çorlu havaalanının yurtiçi daha çok seferlere açılması için bir imza kampanyasına başlatılmış bulunmaktadır. Kampanyanın hedefi, halen sadece kargo uçuşları için ve günde duruma göre 1-2 kez Ankara – Çorlu seferinden başka sefer olmayan havaalanından, daha çok şehire seyahat imkanı sağlanmasıdır. Trakya’da yerleşik iki bine civarında sanayi kuruluşunda çalışanlar, üniversite öğrencileri, Antalya, İzmir, Adana gibi şehirlere gitmek için İstanbul Yeni Havalimanı ya da Sabiha Gökçen Havalimanlarını kullanmaları gerekmektedir. Keza yurt dışı yolculuklarında ve ihraç amaçlı kargo seferlerinde, Çorlu Hava Limanı uygun koşullara sahiptir. ŞK

16 Kasım 2020 Pazartesi

ACI REÇETE

 google.com

yandex.com

ACI REÇETE

Şahabettin KÜÇÜKYAZICI

Sayın Cumhurbaşkanımız son zamanlardaki konuşmalarında halkı yeni fedakarlıklara hazırlamak maksadıyla acı reçeteden bahsetmektedir.

Kendileri, On sekiz yıldır, tek başına iktidar olan bir partinin lideridir. On sekiz yıldır, uygun gördükleri her türlü kanun TBMM çoğunluğu tarafından onaylanmış, yakınlarını bakanlık ve kamu yönetiminde yetkili kılmasına itiraz eden olmamıştır. Özelleştirmeler karlılık-verimlilik sağlamak için yapılmış, pek çok yeni yatırım gerçekliştirilmiştir.

Bununla beraber, on sekiz yılın sonunda  müreffeh Türkiye hedeflerine ulaşılamamış, hemen hiçbir konuda başarı sağlanamadığı gibi bu kez de acı reçete gündeme gelmiştir.

Ekonomik ve bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan uygulamalar Merkez Bankası ve diğer ekonomik kuruluşlarda ciddi sorunlara neden olmuştur. Türk Parasının değeri aşırı düşmüş, fiyatlar yükselmiş, tarımsal üretim düşüşleri yaşanmaktadır.

Türk Parasının durumu ortadadır. Bütün beklentilere rağmen iyileşme sağlanamamış, çoğu zaman gerçekler bilgilere ulaşım engeli kararı alınmak suretiyle gizlenmiştir. Kamu kaynaklarının yönetiminde şeffaflık sağlanamamış, pek çok kaynak kamu denetimi dışına çıkarılmıştır.

Büyük tanıtım organizasyonları ile faaliyete geçen alt yapı yatırımları müteahhitlerine büyük ayrıcalıklar tanınmış, bizce “gerekli olmayan”,  Dolar üzerinden garantiler verilerek  müteahhitler korunmuştur.

Yer altı kaynaklarımız ile ilgili olarak, bize göre yerindelik ve maliyet araştırmaları yeterli olmayan kararlarla arma ve işletme ruhsatları Ülkemiz yararına olmayabilir.

Hukuk ve demokrasi konusunda özlenen düzeyde olamadığımız bu konularda yetkili  kişi ve kurullar tarafından açıklanmaktadır. Adalet ve yargı sistemimiz çoğu zaman tartışılır hale gelmiştir.

Yazılı basın, radyo ve televizyon kuruluşlarında sorunlar yaşanmakta olduğu ileri sürülmektedir. Bir bakanın istifa haberi konusundaki örnek sanıyorum uzun yıllar konuşulacaktır.

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Halkı geçen yüzyılın başında, yurdumuzu işgalden kurtaran emsalsiz bir zaferin sahibi olduğu gibi, zafer den sonra Osmanlı borçlarını ödemiş, ekonomik ve sosyal alanda da kalkınma sağlamıştır. Kurtuluş Savaşının zor koşulları altında Atatürk ve arkadaşları sürekli olarak TBMM denetimine izin vermiş, savaş ve barışta milletvekillerinin her türlü görüş düşünce ve önerilerine önem vermişlerdir.

Bize göre, muhalefetin susturulması yerine, muhalefet ne diyor? Dinlemekte fayda bulunmaktadır.

Elbette muhalefetin de Ayakları yere basan ciddi görüş ve düşünceler ortaya koyması kaçınılmazdır.

Elli yıl önce Verem ve Sıtma Hastalıkları ile kızıl, kızamık, çiçek salgınları savaşta başarı sağlamış Ülkemizde, grip aşısı sorunu yaşanmasından çok önce muhalefetin konuya parmak basmış olması gerekirdi.

TOKİ tarafından yapılan yatırımlarda, tarımsal üretimi doğrudan etkileyecek noksanlıkların zamanında gündeme getirilmemiş olması, ciddi su sorunları ve deprem riski  ile karşı karşıya bulunan İstanbul’un nüfusunun gökdelenlerle gereğinden fazla artması konusuna zamanında dikkat çekilmemiş olması bize göre büyük noksanlıktır.

Yeniden Acı Reçete konusuna dönmek gerekirse, ihtiyacımız olan halkın fakirliğe alıştırılması yerine, halkı çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturacak, hukuk ve demokrasi reçeteleri gündemimizde olmalıdır.

Bize göre acı reçete ile birlikte ülkemizin elli yıllık birikimlerinin özelleştirme adı altında satılmasından elde edilen gelirlerin, torunlarımızın bile borçlandırılması suretiyle alınan kredilerin kullanım yerleri hakkında halkımız bilgilendirilmelidir.

9 Kasım 2020 Pazartesi

ATAMIZIN ARDINDAN

google.com

yandex.com

ATAMIZIN ARDINDAN

Şahabettin KÜÇÜKYAZICI
www.gazeteistanbul.net


İlkokul sıralarından başlayarak Atatürk'ün ölüm yıldönümünü kutlama tören ve toplantılarına katılırım.

Uzun yıllar, siyah okul önlüklerimiz var diye yasımızı belli etmek için başka renk giysilerimizin çıkarıp törenlere katıldık.

Sonraları On Kasımlar yas günü değil bir anma hatırlama günüdür diyerek göz yaşları yerine Onunla gurur duyduk.

Aramızdan ayrılışını,  Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Ancak Türk Milleti ilelebet payidar kalacaktır” şeklindeki öz deyişleri ile kabullenmeye çalıştık.

Bazı öğretmenlerimiz, konuşmacılar “Şayet erken ayrılmasaydı daha müreffeh bir ulus olacağımızı “anlattı.

Bütün kalbimle sizlere şunu iletmek istiyorum: İlk kez bu yıl, Atamızın aramızdan ayrılmış olmasından dolayı büyük bir hüzne  ve hatta yeise kapıldım. İlk kez Ondan sonra eserlerine sahip çıkamadığımızın buruk acısıyla kıvranıyorum. Günlerdir yazamıyorum. Okuyamıyorum. Ülkemin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum ve çözüm yolları konusunda hiç kimse bir şeyler yapmıyor. Atamızın kurduğu Parti Yönetiminde bulunanların siyasal – sosyal – ekonomik çözüm önerileri yok. Varsa da Parti üyesi olmama rağmen bana  ulaşamıyorlar. Genel Sekreter Selin Hanım dışında parti adına politika üreten kadrolar yok. Uzun yıllar TBMM ve mahalli yönetimlerde üyelik yapanları bölgesel ve ulusal konularda çözüm önerileri yeterli değil.

Ve yarın Atamızı kaybettiğimizin 82. Yıl dönümü.

Türk Parasının kıymetinin nasıl korunacağını, tarım ve endüstrisi büyük çıkmazda ekonomimizin nasıl canlanacağı konusunda genel kabul görecek modellerimiz yok. Yarın İktidarı telim alsak, iş başına getireceğimiz gölge kabinemiz yok.

Bu durumda sizlere gençlik yıllarımda bize yol göstermiş ustalardan alıntılarla Atatürk’ümüzü anmakla yetineceğim .

Üzgünüm.

 

 

 

 

SİNAN MEYDAN'DAN;

 "......Cephede, yurtiçi gezilerde vs. her koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman yaratıyordu.Okuduğu kitap sayısının 10 binlerce olduğu kestirilmektedir. (Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012.

Ölene kadar okumayı sürdürdü. Öyle ki hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını istedi. Ne yazık ki bu kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih, hukuk, iktisat, coğrafya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs her konuda, konuların uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 251-262).. Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da sevdiği bilinmektedir.

Tarihe çok önem veren Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş olduğu belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat, dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da okumuştur.

Yeryüzünde neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin ve geniş bir entelektüel birikime sahip değildir.

Yapılan incelemeler kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu göstermektedir. (Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı geliştirir. Böylece Atatürk, bilgi ve birikimini arttırdığı gibi dehasını daha da geliştirmiş ve sonuçta, Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil,  “milenyumun” yani “Bin Yılın Dahisi” olmuştur."

 

 

ATATÜRK YAŞIYOR

Şahabettin KÜÇÜKYAZICI 

Bütün dünyanın kabul ettiği, büyük kahraman, devlet adamı Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 81. Yılı nedeniyle, saygı ve rahmetle anıyorum.

Bugün tüm yurtta anma törenleri düzenlenecek, O’nun askeri ve siyasi zaferleri anlatılacaktır. Kendisi bizzat sağlığında, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır” diyerek zamanı gelince ebediyete intikal edeceğini anlatmıştır.

Türk Ulusunun, BAĞIMSIZLIK, MİLLİ EGEMENLİK, ÇAĞDAŞ UYGARLIK ülküsü devam ettiği sürece, Atatürk yaşıyor demektir. Bağımsızlık ve özgürlük bizim karakterimiz olduğuna göre, içimizdeki ATATÜRK ateşi hiç sönmeyecek, Atatürk aramızda yaşamayı sürdürecek demektir. Türk Milleti O’nun işaret ettiği hedeflere sonsuza kadar yürüyecektir.

Bütün dünya devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun tükendiğini hükmettiği, bütün planların Anadolu toprakları ve ulusal kaynaklarımızı paylaşmak üzerine yaptıkları bir dönemde, Arkadaşlarına, “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER” diyebilecek bir dehaya sahip kişidir O.

Atatürk; işgal altındaki Türkiye’de bağımsız Cumhuriyeti düşünebilen ve amaçlayan ve gerçekleştiren kişidir.”

Ümmet yerine Vatandaşlık kavramını kabul etmek, Saray dili Osmanlıca yerine halkın dili Türkçeyi özümsemek, padişahçılığa karşı cumhuriyeti, şeriatçılığa karşı laikliği savunmak, halkçı-devletçi bir ekonomi modeli kurmak devrimciliktir.

Atatürk, “HALKÇI VE DEVRİMCİDİR”. 

Atatürk’ü sıradan bir insan gibi göstermeye çalışmak O’na karşı yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

Türk Ulusunun, BAĞIMSIZLIK, MİLLİ EGEMENLİK, ÇAĞDAŞ UYGARLIK ülküsü devam ettiği sürece ATATÜRK aramızda yaşıyor demektir.

Gerçek Atatürkçüler, Mustafa Kemal’i ATATÜRK yapan yaşam öyküsünü, O’nun fikrini, devrimlerini, Cumhuriyeti özümseyerek öğrenebilenlerdir.

Gerçek Atatürkçüler, bununla da yetinmeyerek, devrimleri geliştirmeye, daha ileriye taşımaya çaba gösterecektir.

Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak sonsuza kadar, hür ve bağımsız olarak yaşayacaktır.

 

ATATÜRK'Ü ANLAMAK

Süleyman Çelik 

Atatürk Nutuk’ta der ki, “Milli Mücadeleye birlikte başladığımız yolculardan bazıları, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmeleri, kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırlarını aştıkça bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır” (M. K. Atatürk, Nutuk, c.1,s.16).

Atatürk burada, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Adnan- Halide Adıvar gibi sivil ve asker yol arkadaşlarından söz etmektedir.

Gerçekte zaferden sonra Atatürk’ün yaptıkları (devrimler), yalnız yolları ayrılan arkadaşlarının değil, yanında kalıp birlikte yola devam eden İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar gibi arkadaşlarının da “düşünme, kavrama ve hayal etme” sınırlarını aşmaktaydı. Fakat bunlar Atatürk’ün o güne dek başardığı olağanüstü işlerin yakın tanığı olmaları nedeniyle, ona inandıkları/ “o ne yaparsa doğru yapar” diye düşündükleri için ayrılmadılar, onunla birlikte yola devam ettiler.

Atatürk’ün diğerlerinden farkı ne idi?..

Atatürk, öncelikle düşmanlarının bile kabul ettiği gibi müstesna bir dâhi idi (Aydın Sayılı, Atatürk Bilim ve Üniversite, Belleten, vol.45, Ankara 1981, s.27-42).

Ayrıca, kendi deyişi ile “çocukluğundan beri eline geçen iki kuruştan biri ile kitap alarak” çok okuyan bir insandı.

Atatürk’ün okumaya ilgisi o kadar fazladır ki daha lise öğrencisi iken mevcut Türkçe kitaplar ona yeterli gelmedi. Bunun üzerine okumak için yabancı dil öğrenmeye karar verdi. Bu amaçla Manastır’da, gönüllü Katolik rahiplerin işlettiği yerel bir misyoner okulundaFransızca dersleri aldı. Yaz tatillerinde gittiği Selanik’te de Fransız Hıristiyan frerlerin açtığı dil kursuna devam etti ve kısa sürede Fransızca kitapları okuyabilecek derecede yabancı dilini geliştirdi. Harp Okulu ve Akademisi’ndeAlmanca öğrenimi gördü ve bu dili de kitap çevirisi yapabilecek derecede ilerletti.

Cephede, yurtiçi gezilerde vs. her koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman yaratıyordu.Okuduğu kitap sayısının 10 binlerce olduğukestirilmektedir. (Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012.

Ölene kadar okumayı sürdürdü. Öyle ki hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını istedi. Ne yazık ki bu kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih, hukuk, iktisat, coğrafya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs her konuda, konuların uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 251-262).. Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da sevdiği bilinmektedir.

Tarihe çok önem veren Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş olduğu belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat, dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da okumuştur.

Yeryüzünde neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin ve geniş bir entelektüel birikime sahip değildir.

Yapılan incelemeler kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu göstermektedir. (Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı geliştirir. Böylece Atatürk, bilgi ve birikimini arttırdığı gibi dehasını daha da geliştirmiş ve sonuçta, Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil,  “milenyumun” yani “Bin Yılın Dahisi” olmuştur.

1930’lu yıllarda üniversitelerde bilim tarihi kürsüsü yoktur. Ancak o sıralarda Harward Üniversitesi’nden Prof. George Sarton, “Bilim Tarihine Giriş” adlı bir kitap yazmıştır. Atatürk bu kitabı hemen getirtip okumuş ve seçtiği bir öğrenciyi Harward Üniversitesi’ne göndererek Prof. Sorton’un yanında doktora yapmasını sağlamıştır. Dünyanın ilk bilim tarihi doktoru unvanını kazanan bu öğrenci, daha sonra Ord. Prof. olacak Aydın Sayılı’dır.

Dünyada üniversite özerkliğinin yeni yeni konuşulduğu o yıllarda Atatürk, Osmanlı’dan kalan tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’a idari ve mali özerklik vermiştir. 

Bunlar Atatürk’ün entelektüel kişiliğinin, zamanının çok ilerisinde olduğunun göstergesidir.

Uygarlıklar insanlığın ortak kültür mirasıdır. İlk uygarlıklar, Tarım Devrimi’nden sonra Çin, HintSümer ve Mısır’da oluşmuş; Babil, Asur vd. uygarlıklarından sonraAnadolu, uygarlıkların beşiği olmuş; bu topraklarda Urartu, Hitit,… İyon vbg 40’ın üzerinde uygarlık doğmuştur. Roma İmparatorluğu bu uygarlıkların üzerinde büyümüş ve Avrupa’yı uygarlık ile tanıştırmıştır. Onun çökmesi ile Ortaçağ bağnazlığının söndürmek istediği uygarlık ateşini, İslam dünyası sahiplenmiş ve İslam Uygarlığı doğmuştur. İnsanlığın son uygarlığı olan Avrupa veya Batı uygarlığı, tüm bu uygarlıkların birikimi üzerinden, Rönesans, Reform, bilimsel ve Aydınlanma Devrimi aşamalarından geçerek, uzun bir evrim sürecinin ardından oluşmuştur.  

Uygarlık ve bilim tarihini çok iyi bilen Atatürk, mirasçısı olduğu Anadolu uygarlıklarına ait eski eserlerin yok olmaması için, daha Sakarya Muharebeleri sürerken, bunların toplanıp koruma altına alınmasını buyurmuş ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmuş; Cumhuriyet’ten sonra kurduğu Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji vbg kürsüleri açtırmış, arkeoloji öğrenimi için yurt dışına öğrenciler göndermiş, kazılar başlatmıştır.

Kendisini Avrupa uygarlığının mirasçısı olarak gören Atatürk, elbette “Aydınlanmacı”dır; ancak Sanayi Devriminden sonra ortaya çıkan kapitalist ve emparyalizmin , “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri üzerinde yükselmiş aydınlanma değerlerini yok ettiğini ve Avrupa uygarlığının temellerini yıktığını anlamıştır.

Sömürü ve savaşın olmadığı, “yurtta ve dünyada barış”ın egemen olacağı yeni bir uygarlık  yaratılması gerektiğini düşünmüş olan Atatürk, Sayın Prof. Dr. Özer Özenkaya ’nın deyişiyle “uygarlık tasarımı sahibi bir devrimci”dir. “Çağdaş uygarlığın üzerine çıkmak” derken, bundan söz eden Atatürk, bir kuramcı değil eylemci olduğu için, ülkemiz çevresinde kurulmasına öncülük ettiği paktlarla, bu düşüncesini yaşama geçirmeyi çalışmıştır

Sonuç olarak, O çağdaşlarının gerçekleştirilmesini hayal bile edemedikleri büyük devrimler yapmış, adeta  mucizeler yaratmış, zamanının çok ilerisindebibr dev adamdır. Başta dediğimiz gibi, O’nun yanında çok cüce kalan, birlikte yola çıktığı yakın arkadaşlarından bazıları ile yolları ayrılmış, ona inanıp yola devam edenler de öldükten sonra, O’nun yolundan ayrılmış ve karşı devrimin kapılarını açmışlardır.

“Bin Yılın Dahisi”, 100 yıl sonra hala bir dev ve O’nun yanında bizler hala birer cüceyiz. Hala O’nun yaptıklarını anlayamadıkAydınlanmadan ve kapitalizmin yarattığı yozlaşmadan habersiz, (sözde) modernler olarak Batı taklitçiliğini Atatürkçülük sanıyoruz.

Yüz yıl geçti, hala O’nu tanıyamadık.. Körlerin fil tarifi gibi kendimize göre bir tanım yapıyor ve esası anlayamadığımız için sözcükler ve şekiller üzerinden büyük kavgalar yaşıyoruz: “

Kendilerini ilerici aydın sananlar böyle işlerle uğraşırsa; hala Ortaçağ karanlığında yaşayan, uygarlıktan nasibini almamış, İslam Uygarlığından bile habersiz, Atatürk’ün savaş zamanında toplanıp koruma altına alınmasını istediği eski eserlere, 100 yıl sonra “kırık çanak çömlek” gözüyle bakan gericilerin, O’nun yaptıklarına “gavurluk” demeleri ve ışığından rahatsız oldukları için ülkeyi karartarak O’ndan kurtulacaklarını sanmaları doğaldır.

Birinci Meclis’te “uygarlık nedir?” diye soran bir mollaya, Atatürk’ün “uygarlık adam olmaktır Hocaefendi, adam!”demesi gibi, adam olmak gerek. Adam olmak için de Atatürk gibi çok okumak, ama Atatürk gibi okumak, Atatürk gibi düşünmek, adam gibi tartışmak gerek. Yoksa gideceğimiz yer belli; önümüzde örnekler var, Afganistan gibi, Pakistan gibi,

 


ATATÜRK DÖNEMİNDE EKONOMİ

 MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ

1924’te Lozan antlaşması ile kapitülasyonlar, yabancılara verilmiş bütün hak ve imtiyazlar Atatürk döneminde kaldırılmıştır. Atatürk döneminde, devletin kendi gelirleri ve maliyesi, ülkenin ticari ve sanayi etkinlikleri üzerinde kayıtsız ve koşulsuz egemenliğini sağlamış, bağımsız ve milli bir ekonomi benimsenmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında 15 yıl gibi kısa bir sürede kurduğu çok sayıda fabrika, kurum ve kuruluşlarla ülkemizin hızla büyümesini ve sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamıştır. Nitekim tarımda, sanayide, ekonomide, sağlıkta, eğitimde, ulaşımda ve savunma sanayinde muasır ülkelerin gerisinde kalmış olan, neredeyse %96’sı okuma yazma bilmeyen ve işgal altında kalan Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı sonrası enkazından Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasını ve 15 yıl gibi kısa bir sürede birçok alanda yaptığı yeniliklerle ülkemizin büyük bir atılım yapmasını sağlamıştır.

“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasında bütün bağımsızlığından mahrumiyet demektir” diyen Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin liderliğini yaptığı dönemde kurulan kurum, kuruluş ve fabrikalarla dışa bağımlı bir politikadan uzak durmuş ve ülkenin kendi ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde gelişmesini planlamıştır. Hatta bu dönemde yabancılardan satın alınan işletmeler de devlet eliyle güçlendirilmiştir.

22 Ekim 2020 Perşembe

ÜLKEMİZDE AŞI VE TARİHÇESİ

 google.com



ÜLKEMİZDE AŞI

ŞAHABETTİN KÜÇÜKYAZICI

KIZILORMAK VADASİNDE BAŞLAYAN YAŞAMIM BOYUNCA HEP AŞI İLE BİRLİKTE YAŞADIM.

TEK SINIFLI KÖY OKULUNDA  DAHİ TOSYA'DAN GELEN SAĞLIK GÖREVLİLERİ OKULDA AŞI YAPARLARDI.

KARGI'YA TAŞINDIĞIMIZDA Sİ BELİRLE ZAMANLARDA HEP AŞI OLURDUK.

ORTAOKULDA DA AŞI GÜNLERİ ÖĞRENCİLER İÇİN BİR ŞENLİK GÜNÜ OLURDU.

OKULA BAŞLARKIN, İŞE GİRERKEN BELİRLİ AŞILARI OLDUĞUMUZA İLİXKİN BELGELER ARINIRDI.

EŞİMİN GÖREVİ NEDENİYLE, PEK ÇOK BİLGİLENDİRME YANINDA, ÇOCUKLARDAN BAŞLAYAN, YETİŞKİNLERİ KAPSAYAN ZORUNLU AŞILAR UYGULADIĞINA TANIK OLDUM DEVLETMİZİN.

SON ZAMANLARDA İSE AŞIYAKARŞI BAZI DİNCİ AKIMLARIN KARŞI KANPANYA BAŞLATTIĞINI OKUDUM BASINDAN.

KAMU YETKİLİLERİ DE BUNLARA PRİM VERDİLER.

SON GELDİĞİMİZ NOKTADA KONU MAGAZİN DERGİLERİNE TAŞINACAK BOYUTLARA ULAŞTI.

Aşağıda, TÜRKİYE'DE AŞI TARİHİ'Nİ ÖZETLEDİM.

şk

TÜRKİYE'DE AŞININ TARİHİ

BAKANLIK PORTALINDAN ALINMIŞTIR

Ülkemizde aşı üretimi için çalışmalar ilk Osmanlı İmparatorluğu Döneminde başlamıştır. 1721 yılında İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Mary Montagu ülkesine yazdığı bir mektupta İstanbul’da çiçek hastalığına karşı “aşı denilen bir şey” (varilasyon metodu) yapıldığını hayretle bildirmektedir. Bu mektup aşı yapımına ilişkin ulaşılmış en eski belgedir.

Aşı üretim çalışmalarını yürütmekte olan Pasteur, çalışmalarını sürdürebilmek için dönemin devlet başkanlarına maddi katkı için yazı yazar, yazılardan birinin 2. Abdülhamit’e ulaşması sonrasında, 2. Abdülhamit yardım yapabileceğini ancak çalışmalarını İstanbul’da sürdürmesini ister, bu teklif Pasteur tarafından kabul görmeyince ikinci teklif oluşturulur, Pasteur’a Mecidiye Nişanı ile birlikte 10.000 altın (bazı kaynaklarda 800 lira olarak geçiyor, ama baktığınızda dönemin İstanbul’unda yaklaşık 180-200 ev parası karşılığı) yollanır, aynı zamanda Osmanlı’dan 3 kişinin de yanına asistan olarak yetiştirilmesi istenir.
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’den müderris Alexander Zoeros Paşa’nın başkanlığı altında, Kaymakam (yarbay) Dr. Hüseyin Remzi ve Kaymakam (yarbay) Veteriner Hüseyin Hüsnü beylerin gönderilmesine karar verilir. Daha sonra bu ekip çalışmalara temel teşkil etmesi için “kuduz mikrobu” enjekte edilmiş bir kemik iliği ile Osmanlıya geri döner. 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. Bu kurum dünya’da üçüncü, doğunun ise ilk kuduz merkezi olmuştur. Daha sonra bu merkez difteri serumu da üretmiştir.
Bakretiyoloji Hane

Telkihhane (Çiçek Aşısı Üretim Merkezi)

1885`te dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için Osmanlı`da kanun çıkarılıyor.

1885`te dünyada ilk kuduz aşısı bulundu. 1887 Ocak ayı başında Kuduz aşısı Osmanlı`ya getirildi. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane`de ilk kuduz aşısı üretildi.
    • 1887`de Kuduz Tedavi Müessesesi kuruldu.
1892 yılında bakteriyoloji hane kurulmuştur.
    • 1892`de ilk çiçek aşısı üretim evi kuruldu.
1896 da difteri
1897 de sığır vebası
1903 de kızıl serumları Veteriner Hekim Mustafa Adil (1871-1904) tarafından üretildi.
1911 yılında tifo, 1913 yılında kolera, dizanteri ve veba aşıları Türkiye’de ilk kez hazırlandı ve uygulandı.
1927`de verem aşısı üretimi başladı.
İlk üretilen BCG aşısı ve prospektüsü 1927

1931 yılından itibaren 1996 yılına kadar tetanoz ve difteri aşıları üretilmiştir.
1937’de kuduz serumu üretilmeye başlanmıştır.
1940 yılında kolera salgını için Çin’e aşı gönderilmiştir.
1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı.
1947`de Biyolojik Kontrol Laboratuarı kuruldu.
1950`de İnfluenza laboratuarı Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza (grip) Merkezi olarak tanındı ve influenza aşısı üretimine geçildi.
1976`da Kuru BCG aşısının deneysel üretimi başladı. 1983`te kuru BCG aşısı üretimine geçildi.
Kurtuluş savaşı sırasında zor koşullar altında da hayvan ve insan aşıları üretilmeye devam edilmiştir. İstanbul’un işgali sonrasında aşı merkezi önce Eskişehir, daha sonra da Kırşehir’e taşınmıştır. Aynı dönemde Afyon’da da çiçek aşısı üretilmeye devam edilmiştir. Erzurum’daki
serum laboratuvarı Rus işgali sırasında Halep, Niğde, Sivas ve Erzincan’a taşınmış. Kastamonu’da da aşı üretimi yapılmıştır.
Benzeri üretim Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, 1928’de Hıfzısıhha Enstütüsü ile üretim merkezileştirilmiştir. 1940’lı yıllara kadar tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanoz, kuduz aşıları seri üretimle oluşturulmuştur. 1968’de kurulan serum çiftliğinde tetanoz, gazlı gangren, difteri, kuduz, şarbon akrep serumları da üretilmiştir. Ülke de hastalıkların yok olması ile 1971’de tifüs, 1980’de çiçek aşısı üretimi sonlanmıştır.
Ülkemizde aşı üretimi 1996’da DBT ve kuduz aşısı, 1997’de BCG aşı üretiminin kesilmesi ile
sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğunda ilk aşı üretimi ve uygulanmasının başından beri aşı lojistiği, uygulanması ile hastalıkların önlenmesi ücretsiz olarak Devlet eliyle yürütülmektedir.
Aşı üretiminin sona ermesi ile aşılar satın alınarak temin edilmektedir. İki binli yıllarda aşıların Türkiye’de üretimi konusunda tekrar ilgi artmıştır.
2009 yılında beşli karma (DaBT-IPV-Hib), 2011 yılında dörtlü karma (DaBT-IPV) 3 yıllık alımı yapılırken kademeli olarak paketleme ve enjektöre dolum teknolojisi ülkemize getirilmiştir.
2010 yılında zatürre aşısı (KPA-Konjuge Pnömokok) yine 3 yıllık alım garantisi karşılığı paketleme, enjektöre dolum yanında formulasyon teknolojisinin de ülkemize getirilmesi sağlanmıştır.
Halen yerli bir firma tarafından akrep ve yılan antiserumları da üretilmektedir.
2015 yılında yedi yıllık alım garantisi ile tetanoz ve difteri aşılarının kademeli olarak antijen üretimine kadar yapılması planlanmıştır. 2018 yılı içerisinde dolumu yapılırken 2019 yılında antijenin tamamen milli olarak üretilmesi beklenmektedir.
Bakanlığımız bünyesinde Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafından halen akrep ve difteri serum üretimi devam etmektedir. Bunun yanında öncelikle diğer stratejik serumlar ile hepatit A, Hepatit B, Suçiçeği aşısı milli aşı üretimleri de hedeflenmektedir.