14 Ocak 2021 Perşembe
ÇORLU HAVALİMANI
16 Kasım 2020 Pazartesi
ACI REÇETE
google.com
yandex.com
ACI REÇETE
Şahabettin KÜÇÜKYAZICI
Sayın Cumhurbaşkanımız son zamanlardaki konuşmalarında halkı yeni fedakarlıklara hazırlamak maksadıyla acı reçeteden bahsetmektedir.
Kendileri, On sekiz yıldır, tek başına iktidar olan bir partinin lideridir. On sekiz yıldır, uygun gördükleri her türlü kanun TBMM çoğunluğu tarafından onaylanmış, yakınlarını bakanlık ve kamu yönetiminde yetkili kılmasına itiraz eden olmamıştır. Özelleştirmeler karlılık-verimlilik sağlamak için yapılmış, pek çok yeni yatırım gerçekliştirilmiştir.
Bununla beraber, on sekiz yılın sonunda müreffeh Türkiye hedeflerine ulaşılamamış, hemen hiçbir konuda başarı sağlanamadığı gibi bu kez de acı reçete gündeme gelmiştir.
Ekonomik ve bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan uygulamalar Merkez Bankası ve diğer ekonomik kuruluşlarda ciddi sorunlara neden olmuştur. Türk Parasının değeri aşırı düşmüş, fiyatlar yükselmiş, tarımsal üretim düşüşleri yaşanmaktadır.
Türk Parasının durumu ortadadır. Bütün beklentilere rağmen iyileşme sağlanamamış, çoğu zaman gerçekler bilgilere ulaşım engeli kararı alınmak suretiyle gizlenmiştir. Kamu kaynaklarının yönetiminde şeffaflık sağlanamamış, pek çok kaynak kamu denetimi dışına çıkarılmıştır.
Büyük tanıtım organizasyonları ile faaliyete geçen alt yapı yatırımları müteahhitlerine büyük ayrıcalıklar tanınmış, bizce “gerekli olmayan”, Dolar üzerinden garantiler verilerek müteahhitler korunmuştur.
Yer altı kaynaklarımız ile ilgili olarak, bize göre yerindelik ve maliyet araştırmaları yeterli olmayan kararlarla arma ve işletme ruhsatları Ülkemiz yararına olmayabilir.
Hukuk ve demokrasi konusunda özlenen düzeyde olamadığımız bu konularda yetkili kişi ve kurullar tarafından açıklanmaktadır. Adalet ve yargı sistemimiz çoğu zaman tartışılır hale gelmiştir.
Yazılı basın, radyo ve televizyon kuruluşlarında sorunlar yaşanmakta olduğu ileri sürülmektedir. Bir bakanın istifa haberi konusundaki örnek sanıyorum uzun yıllar konuşulacaktır.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Halkı geçen yüzyılın başında, yurdumuzu işgalden kurtaran emsalsiz bir zaferin sahibi olduğu gibi, zafer den sonra Osmanlı borçlarını ödemiş, ekonomik ve sosyal alanda da kalkınma sağlamıştır. Kurtuluş Savaşının zor koşulları altında Atatürk ve arkadaşları sürekli olarak TBMM denetimine izin vermiş, savaş ve barışta milletvekillerinin her türlü görüş düşünce ve önerilerine önem vermişlerdir.
Bize göre, muhalefetin susturulması yerine, muhalefet ne diyor? Dinlemekte fayda bulunmaktadır.
Elbette muhalefetin de Ayakları yere basan ciddi görüş ve düşünceler ortaya koyması kaçınılmazdır.
Elli yıl önce Verem ve Sıtma Hastalıkları ile kızıl, kızamık, çiçek salgınları savaşta başarı sağlamış Ülkemizde, grip aşısı sorunu yaşanmasından çok önce muhalefetin konuya parmak basmış olması gerekirdi.
TOKİ tarafından yapılan yatırımlarda, tarımsal üretimi doğrudan etkileyecek noksanlıkların zamanında gündeme getirilmemiş olması, ciddi su sorunları ve deprem riski ile karşı karşıya bulunan İstanbul’un nüfusunun gökdelenlerle gereğinden fazla artması konusuna zamanında dikkat çekilmemiş olması bize göre büyük noksanlıktır.
Yeniden Acı Reçete konusuna dönmek gerekirse, ihtiyacımız olan halkın fakirliğe alıştırılması yerine, halkı çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturacak, hukuk ve demokrasi reçeteleri gündemimizde olmalıdır.
Bize göre acı reçete ile birlikte ülkemizin elli yıllık birikimlerinin özelleştirme adı altında satılmasından elde edilen gelirlerin, torunlarımızın bile borçlandırılması suretiyle alınan kredilerin kullanım yerleri hakkında halkımız bilgilendirilmelidir.
9 Kasım 2020 Pazartesi
ATAMIZIN ARDINDAN
google.com
yandex.com
ATAMIZIN ARDINDAN
İlkokul sıralarından başlayarak Atatürk'ün ölüm yıldönümünü
kutlama tören ve toplantılarına katılırım.
Uzun yıllar, siyah okul önlüklerimiz var diye yasımızı belli
etmek için başka renk giysilerimizin çıkarıp törenlere katıldık.
Sonraları On Kasımlar yas günü değil bir anma hatırlama günüdür
diyerek göz yaşları yerine Onunla gurur duyduk.
Aramızdan ayrılışını, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Ancak
Türk Milleti ilelebet payidar kalacaktır” şeklindeki
öz deyişleri ile kabullenmeye çalıştık.
Bazı öğretmenlerimiz, konuşmacılar “Şayet erken ayrılmasaydı daha müreffeh bir ulus olacağımızı “anlattı.
Bütün kalbimle sizlere şunu iletmek istiyorum: İlk kez bu
yıl, Atamızın aramızdan ayrılmış olmasından dolayı büyük bir hüzne ve hatta yeise kapıldım. İlk kez Ondan sonra
eserlerine sahip çıkamadığımızın buruk acısıyla kıvranıyorum. Günlerdir
yazamıyorum. Okuyamıyorum. Ülkemin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum ve
çözüm yolları konusunda hiç kimse bir şeyler yapmıyor. Atamızın kurduğu Parti
Yönetiminde bulunanların siyasal – sosyal – ekonomik çözüm önerileri yok. Varsa
da Parti üyesi olmama rağmen bana ulaşamıyorlar. Genel Sekreter Selin Hanım
dışında parti adına politika üreten kadrolar yok. Uzun yıllar TBMM ve mahalli
yönetimlerde üyelik yapanları bölgesel ve ulusal konularda çözüm önerileri yeterli
değil.
Ve yarın Atamızı kaybettiğimizin 82. Yıl dönümü.
Türk Parasının kıymetinin nasıl korunacağını, tarım ve
endüstrisi büyük çıkmazda ekonomimizin nasıl canlanacağı konusunda genel kabul
görecek modellerimiz yok. Yarın İktidarı telim alsak, iş başına getireceğimiz
gölge kabinemiz yok.
Bu durumda sizlere gençlik yıllarımda bize yol göstermiş
ustalardan alıntılarla Atatürk’ümüzü anmakla yetineceğim .
Üzgünüm.
SİNAN MEYDAN'DAN;
"......Cephede, yurtiçi gezilerde vs. her
koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman yaratıyordu.Okuduğu kitap sayısının 10
binlerce olduğu kestirilmektedir. (Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı
Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012.
Ölene kadar okumayı sürdürdü. Öyle ki hasta
yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili
yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını istedi. Ne yazık ki bu
kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih, hukuk, iktisat, coğrafya,
sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs her konuda, konuların
uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap
Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara,
2006, s. 251-262).. Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam
Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an
olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da
sevdiği bilinmektedir.
Tarihe çok önem veren
Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş olduğu
belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat,
dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve
başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da
okumuştur.
Yeryüzünde neredeyse hiçbir
asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin ve geniş
bir entelektüel birikime sahip değildir.
Yapılan incelemeler
kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu göstermektedir.
(Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği
yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı geliştirir. Böylece Atatürk,
bilgi ve birikimini arttırdığı gibi dehasını daha da geliştirmiş ve sonuçta,
Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil, “milenyumun” yani “Bin
Yılın Dahisi” olmuştur."
ATATÜRK YAŞIYOR
Şahabettin
KÜÇÜKYAZICI
Bütün
dünyanın kabul ettiği, büyük kahraman, devlet adamı Atatürk’ü aramızdan
ayrılışının 81. Yılı nedeniyle, saygı ve rahmetle anıyorum.
Bugün
tüm yurtta anma törenleri düzenlenecek, O’nun askeri ve siyasi zaferleri
anlatılacaktır. Kendisi bizzat sağlığında, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün
toprak olacaktır” diyerek zamanı gelince ebediyete intikal edeceğini
anlatmıştır.
Türk
Ulusunun, BAĞIMSIZLIK, MİLLİ EGEMENLİK, ÇAĞDAŞ UYGARLIK ülküsü devam ettiği
sürece, Atatürk yaşıyor demektir. Bağımsızlık ve özgürlük bizim karakterimiz
olduğuna göre, içimizdeki ATATÜRK ateşi hiç sönmeyecek, Atatürk aramızda
yaşamayı sürdürecek demektir. Türk Milleti O’nun işaret ettiği hedeflere
sonsuza kadar yürüyecektir.
Bütün
dünya devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun tükendiğini hükmettiği, bütün
planların Anadolu toprakları ve ulusal kaynaklarımızı paylaşmak üzerine
yaptıkları bir dönemde, Arkadaşlarına, “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER” diyebilecek
bir dehaya sahip kişidir O.
Atatürk;
işgal altındaki Türkiye’de bağımsız Cumhuriyeti düşünebilen ve amaçlayan ve
gerçekleştiren kişidir.”
Ümmet
yerine Vatandaşlık kavramını kabul etmek, Saray dili Osmanlıca yerine halkın
dili Türkçeyi özümsemek, padişahçılığa karşı cumhuriyeti, şeriatçılığa karşı
laikliği savunmak, halkçı-devletçi bir ekonomi modeli kurmak devrimciliktir.
Atatürk,
“HALKÇI VE DEVRİMCİDİR”.
Atatürk’ü
sıradan bir insan gibi göstermeye çalışmak O’na karşı yapılabilecek en büyük
haksızlıktır.
Türk
Ulusunun, BAĞIMSIZLIK, MİLLİ EGEMENLİK, ÇAĞDAŞ UYGARLIK ülküsü devam ettiği
sürece ATATÜRK aramızda yaşıyor demektir.
Gerçek
Atatürkçüler, Mustafa Kemal’i ATATÜRK yapan yaşam öyküsünü, O’nun fikrini,
devrimlerini, Cumhuriyeti özümseyerek öğrenebilenlerdir.
Gerçek
Atatürkçüler, bununla da yetinmeyerek, devrimleri geliştirmeye, daha ileriye
taşımaya çaba gösterecektir.
Türkiye
Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak sonsuza kadar,
hür ve bağımsız olarak yaşayacaktır.
ATATÜRK'Ü ANLAMAK
Süleyman Çelik
Atatürk Nutuk’ta
der ki, “Milli Mücadeleye birlikte başladığımız yolculardan bazıları, ulusal
yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmeleri,
kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırlarını aştıkça bana direnmeye ve
karşı çıkmaya başlamışlardır” (M. K. Atatürk, Nutuk, c.1,s.16).
Atatürk
burada, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Adnan- Halide
Adıvar gibi sivil ve asker yol arkadaşlarından söz etmektedir.
Gerçekte
zaferden sonra Atatürk’ün yaptıkları (devrimler), yalnız yolları
ayrılan arkadaşlarının değil, yanında kalıp birlikte yola devam eden İsmet
İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar gibi arkadaşlarının da “düşünme,
kavrama ve hayal etme” sınırlarını aşmaktaydı. Fakat bunlar Atatürk’ün o
güne dek başardığı olağanüstü işlerin yakın tanığı olmaları nedeniyle, ona
inandıkları/ “o ne yaparsa doğru yapar” diye düşündükleri için
ayrılmadılar, onunla birlikte yola devam ettiler.
Atatürk’ün
diğerlerinden farkı ne idi?..
Atatürk,
öncelikle düşmanlarının bile kabul ettiği gibi müstesna bir dâhi idi
(Aydın Sayılı, Atatürk Bilim ve Üniversite, Belleten, vol.45, Ankara 1981,
s.27-42).
Ayrıca, kendi deyişi ile
“çocukluğundan beri eline geçen iki kuruştan biri ile kitap alarak” çok
okuyan bir insandı.
Atatürk’ün
okumaya ilgisi o kadar fazladır ki daha lise öğrencisi iken mevcut Türkçe
kitaplar ona yeterli gelmedi. Bunun üzerine okumak
için yabancı dil öğrenmeye karar verdi. Bu amaçla Manastır’da,
gönüllü Katolik rahiplerin işlettiği yerel bir misyoner okulundaFransızca dersleri
aldı. Yaz tatillerinde gittiği Selanik’te de Fransız Hıristiyan frerlerin
açtığı dil kursuna devam etti ve kısa sürede Fransızca kitapları okuyabilecek
derecede yabancı dilini geliştirdi. Harp Okulu ve Akademisi’ndeAlmanca öğrenimi
gördü ve bu dili de kitap çevirisi yapabilecek derecede ilerletti.
Cephede,
yurtiçi gezilerde vs. her koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman
yaratıyordu.Okuduğu kitap sayısının 10 binlerce olduğukestirilmektedir.
(Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap
Kitabevi, İstanbul, 2012.
Ölene
kadar okumayı
sürdürdü. Öyle ki hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya
tarihi ile ilgili yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını
istedi. Ne yazık ki bu kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih,
hukuk, iktisat, coğrafya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs
her konuda, konuların uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal
Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk
Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 251-262).. Çanakkale
muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı
mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak
romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da sevdiği bilinmektedir.
Tarihe
çok önem veren Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş
olduğu belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat,
dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve
başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da
okumuştur.
Yeryüzünde
neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin
ve geniş bir entelektüel birikime sahip değildir.
Yapılan
incelemeler kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu
göstermektedir. (Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt,
Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı
geliştirir. Böylece Atatürk, bilgi ve birikimini arttırdığı gibi dehasını daha
da geliştirmiş ve sonuçta, Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil, “milenyumun”
yani “Bin Yılın Dahisi” olmuştur.
1930’lu
yıllarda üniversitelerde bilim tarihi kürsüsü yoktur. Ancak o sıralarda Harward Üniversitesi’nden Prof. George Sarton,
“Bilim Tarihine Giriş” adlı bir kitap yazmıştır. Atatürk bu kitabı hemen
getirtip okumuş ve seçtiği bir öğrenciyi Harward Üniversitesi’ne
göndererek Prof. Sorton’un yanında doktora yapmasını sağlamıştır.
Dünyanın ilk bilim tarihi doktoru unvanını kazanan bu öğrenci,
daha sonra Ord. Prof. olacak Aydın Sayılı’dır.
Dünyada üniversite
özerkliğinin yeni yeni konuşulduğu o yıllarda Atatürk, Osmanlı’dan kalan
tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’a idari ve mali özerklik
vermiştir.
Bunlar
Atatürk’ün entelektüel kişiliğinin, zamanının çok ilerisinde olduğunun
göstergesidir.
Uygarlıklar
insanlığın ortak kültür mirasıdır. İlk uygarlıklar, Tarım Devrimi’nden
sonra Çin, Hint, Sümer ve Mısır’da
oluşmuş; Babil, Asur vd. uygarlıklarından sonraAnadolu,
uygarlıkların beşiği olmuş; bu topraklarda Urartu, Hitit,… İyon vbg
40’ın üzerinde uygarlık doğmuştur. Roma İmparatorluğu bu
uygarlıkların üzerinde büyümüş ve Avrupa’yı uygarlık ile tanıştırmıştır. Onun
çökmesi ile Ortaçağ bağnazlığının söndürmek istediği uygarlık ateşini, İslam
dünyası sahiplenmiş ve İslam Uygarlığı doğmuştur. İnsanlığın son uygarlığı
olan Avrupa veya Batı uygarlığı, tüm bu
uygarlıkların birikimi üzerinden, Rönesans, Reform, bilimsel ve
Aydınlanma Devrimi aşamalarından geçerek, uzun bir evrim sürecinin
ardından oluşmuştur.
Uygarlık
ve bilim tarihini çok iyi bilen Atatürk, mirasçısı olduğu Anadolu
uygarlıklarına ait eski eserlerin yok olmaması için, daha Sakarya
Muharebeleri sürerken, bunların toplanıp koruma altına alınmasını
buyurmuş ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin çekirdeğini
oluşturmuş; Cumhuriyet’ten sonra kurduğu Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde Sinoloji,
Sümeroloji, Hititoloji vbg kürsüleri açtırmış, arkeoloji öğrenimi için
yurt dışına öğrenciler göndermiş, kazılar başlatmıştır.
Kendisini
Avrupa uygarlığının mirasçısı olarak gören Atatürk, elbette “Aydınlanmacı”dır;
ancak Sanayi Devriminden sonra ortaya çıkan kapitalist ve
emparyalizmin , “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri üzerinde
yükselmiş aydınlanma değerlerini yok ettiğini ve Avrupa uygarlığının
temellerini yıktığını anlamıştır.
Sömürü
ve savaşın olmadığı, “yurtta ve dünyada barış”ın egemen olacağı yeni bir
uygarlık yaratılması gerektiğini düşünmüş olan Atatürk, Sayın
Prof. Dr. Özer Özenkaya ’nın deyişiyle “uygarlık tasarımı sahibi
bir devrimci”dir. “Çağdaş uygarlığın üzerine çıkmak” derken,
bundan söz eden Atatürk, bir kuramcı değil eylemci olduğu için, ülkemiz
çevresinde kurulmasına öncülük ettiği paktlarla, bu düşüncesini yaşama
geçirmeyi çalışmıştır
Sonuç
olarak, O çağdaşlarının gerçekleştirilmesini hayal bile edemedikleri büyük
devrimler yapmış, adeta mucizeler yaratmış, zamanının çok ilerisindebibr
dev adamdır. Başta dediğimiz gibi, O’nun yanında çok cüce kalan, birlikte
yola çıktığı yakın arkadaşlarından bazıları ile yolları ayrılmış, ona inanıp
yola devam edenler de öldükten sonra, O’nun yolundan ayrılmış ve karşı devrimin
kapılarını açmışlardır.
“Bin
Yılın Dahisi”, 100 yıl sonra hala bir dev ve O’nun yanında bizler hala birer
cüceyiz. Hala O’nun yaptıklarını anlayamadık. Aydınlanmadan ve
kapitalizmin yarattığı yozlaşmadan habersiz, (sözde) modernler olarak Batı
taklitçiliğini Atatürkçülük sanıyoruz.
Yüz yıl
geçti, hala O’nu tanıyamadık.. Körlerin fil tarifi gibi kendimize göre bir
tanım yapıyor ve esası anlayamadığımız için sözcükler ve şekiller üzerinden
büyük kavgalar yaşıyoruz: “
Kendilerini
ilerici aydın sananlar böyle işlerle uğraşırsa; hala Ortaçağ karanlığında
yaşayan, uygarlıktan nasibini almamış, İslam Uygarlığından bile habersiz,
Atatürk’ün savaş zamanında toplanıp koruma altına alınmasını istediği eski
eserlere, 100 yıl sonra “kırık çanak çömlek” gözüyle bakan gericilerin, O’nun
yaptıklarına “gavurluk” demeleri ve ışığından rahatsız oldukları için ülkeyi
karartarak O’ndan kurtulacaklarını sanmaları doğaldır.
Birinci
Meclis’te “uygarlık nedir?” diye soran bir mollaya, Atatürk’ün “uygarlık
adam olmaktır Hocaefendi, adam!”demesi gibi, adam olmak gerek. Adam olmak
için de Atatürk gibi çok okumak, ama Atatürk gibi okumak, Atatürk gibi
düşünmek, adam gibi tartışmak gerek. Yoksa gideceğimiz yer belli; önümüzde
örnekler var, Afganistan gibi, Pakistan gibi,
ATATÜRK DÖNEMİNDE EKONOMİ
MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ
1924’te Lozan antlaşması ile
kapitülasyonlar, yabancılara verilmiş bütün hak ve imtiyazlar Atatürk döneminde
kaldırılmıştır. Atatürk döneminde, devletin kendi gelirleri ve maliyesi,
ülkenin ticari ve sanayi etkinlikleri üzerinde kayıtsız ve koşulsuz
egemenliğini sağlamış, bağımsız ve milli bir ekonomi benimsenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş
aşamasında 15 yıl gibi kısa bir sürede kurduğu çok sayıda fabrika, kurum ve
kuruluşlarla ülkemizin hızla büyümesini ve sağlam temeller üzerine oturmasını
sağlamıştır. Nitekim tarımda, sanayide, ekonomide, sağlıkta, eğitimde, ulaşımda
ve savunma sanayinde muasır ülkelerin gerisinde kalmış olan, neredeyse %96’sı
okuma yazma bilmeyen ve işgal altında kalan Osmanlı Devletinin Birinci Dünya
Savaşı sonrası enkazından Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasını ve 15 yıl gibi
kısa bir sürede birçok alanda yaptığı yeniliklerle ülkemizin büyük bir atılım
yapmasını sağlamıştır.
“Tam bağımsızlık denildiği
zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her
hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi
birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasında bütün
bağımsızlığından mahrumiyet demektir” diyen Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin
liderliğini yaptığı dönemde kurulan kurum, kuruluş ve fabrikalarla dışa bağımlı
bir politikadan uzak durmuş ve ülkenin kendi ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde
gelişmesini planlamıştır. Hatta bu dönemde yabancılardan satın alınan
işletmeler de devlet eliyle güçlendirilmiştir.
22 Ekim 2020 Perşembe
ÜLKEMİZDE AŞI VE TARİHÇESİ
google.com
ÜLKEMİZDE AŞI
ŞAHABETTİN KÜÇÜKYAZICI
KIZILORMAK VADASİNDE BAŞLAYAN YAŞAMIM BOYUNCA HEP AŞI İLE BİRLİKTE YAŞADIM.
TEK SINIFLI KÖY OKULUNDA DAHİ TOSYA'DAN GELEN SAĞLIK GÖREVLİLERİ OKULDA AŞI YAPARLARDI.
KARGI'YA TAŞINDIĞIMIZDA Sİ BELİRLE ZAMANLARDA HEP AŞI OLURDUK.
ORTAOKULDA DA AŞI GÜNLERİ ÖĞRENCİLER İÇİN BİR ŞENLİK GÜNÜ OLURDU.
OKULA BAŞLARKIN, İŞE GİRERKEN BELİRLİ AŞILARI OLDUĞUMUZA İLİXKİN BELGELER ARINIRDI.
EŞİMİN GÖREVİ NEDENİYLE, PEK ÇOK BİLGİLENDİRME YANINDA, ÇOCUKLARDAN BAŞLAYAN, YETİŞKİNLERİ KAPSAYAN ZORUNLU AŞILAR UYGULADIĞINA TANIK OLDUM DEVLETMİZİN.
SON ZAMANLARDA İSE AŞIYAKARŞI BAZI DİNCİ AKIMLARIN KARŞI KANPANYA BAŞLATTIĞINI OKUDUM BASINDAN.
KAMU YETKİLİLERİ DE BUNLARA PRİM VERDİLER.
SON GELDİĞİMİZ NOKTADA KONU MAGAZİN DERGİLERİNE TAŞINACAK BOYUTLARA ULAŞTI.
Aşağıda, TÜRKİYE'DE AŞI TARİHİ'Nİ ÖZETLEDİM.
şk
TÜRKİYE'DE AŞININ TARİHİ
BAKANLIK PORTALINDAN ALINMIŞTIR
Ülkemizde aşı üretimi için çalışmalar ilk Osmanlı İmparatorluğu Döneminde başlamıştır. 1721 yılında İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Mary Montagu ülkesine yazdığı bir mektupta İstanbul’da çiçek hastalığına karşı “aşı denilen bir şey” (varilasyon metodu) yapıldığını hayretle bildirmektedir. Bu mektup aşı yapımına ilişkin ulaşılmış en eski belgedir.
Aşı üretim çalışmalarını yürütmekte olan Pasteur, çalışmalarını sürdürebilmek için dönemin devlet başkanlarına maddi katkı için yazı yazar, yazılardan birinin 2. Abdülhamit’e ulaşması sonrasında, 2. Abdülhamit yardım yapabileceğini ancak çalışmalarını İstanbul’da sürdürmesini ister, bu teklif Pasteur tarafından kabul görmeyince ikinci teklif oluşturulur, Pasteur’a Mecidiye Nişanı ile birlikte 10.000 altın (bazı kaynaklarda 800 lira olarak geçiyor, ama baktığınızda dönemin İstanbul’unda yaklaşık 180-200 ev parası karşılığı) yollanır, aynı zamanda Osmanlı’dan 3 kişinin de yanına asistan olarak yetiştirilmesi istenir.
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’den müderris Alexander Zoeros Paşa’nın başkanlığı altında, Kaymakam (yarbay) Dr. Hüseyin Remzi ve Kaymakam (yarbay) Veteriner Hüseyin Hüsnü beylerin gönderilmesine karar verilir. Daha sonra bu ekip çalışmalara temel teşkil etmesi için “kuduz mikrobu” enjekte edilmiş bir kemik iliği ile Osmanlıya geri döner. 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. Bu kurum dünya’da üçüncü, doğunun ise ilk kuduz merkezi olmuştur. Daha sonra bu merkez difteri serumu da üretmiştir.
Bakretiyoloji Hane
Telkihhane (Çiçek Aşısı Üretim Merkezi)
1885`te dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için Osmanlı`da kanun çıkarılıyor.
1885`te dünyada ilk kuduz aşısı bulundu. 1887 Ocak ayı başında Kuduz aşısı Osmanlı`ya getirildi. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane`de ilk kuduz aşısı üretildi.
• 1887`de Kuduz Tedavi Müessesesi kuruldu.
1892 yılında bakteriyoloji hane kurulmuştur.
• 1892`de ilk çiçek aşısı üretim evi kuruldu.
1896 da difteri
1897 de sığır vebası
1903 de kızıl serumları Veteriner Hekim Mustafa Adil (1871-1904) tarafından üretildi.
1911 yılında tifo, 1913 yılında kolera, dizanteri ve veba aşıları Türkiye’de ilk kez hazırlandı ve uygulandı.
1927`de verem aşısı üretimi başladı.
İlk üretilen BCG aşısı ve prospektüsü 1927
1931 yılından itibaren 1996 yılına kadar tetanoz ve difteri aşıları üretilmiştir.
1937’de kuduz serumu üretilmeye başlanmıştır.
1940 yılında kolera salgını için Çin’e aşı gönderilmiştir.
1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı.
1947`de Biyolojik Kontrol Laboratuarı kuruldu.
1950`de İnfluenza laboratuarı Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza (grip) Merkezi olarak tanındı ve influenza aşısı üretimine geçildi.
1976`da Kuru BCG aşısının deneysel üretimi başladı. 1983`te kuru BCG aşısı üretimine geçildi.
Kurtuluş savaşı sırasında zor koşullar altında da hayvan ve insan aşıları üretilmeye devam edilmiştir. İstanbul’un işgali sonrasında aşı merkezi önce Eskişehir, daha sonra da Kırşehir’e taşınmıştır. Aynı dönemde Afyon’da da çiçek aşısı üretilmeye devam edilmiştir. Erzurum’daki
serum laboratuvarı Rus işgali sırasında Halep, Niğde, Sivas ve Erzincan’a taşınmış. Kastamonu’da da aşı üretimi yapılmıştır.
Benzeri üretim Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, 1928’de Hıfzısıhha Enstütüsü ile üretim merkezileştirilmiştir. 1940’lı yıllara kadar tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanoz, kuduz aşıları seri üretimle oluşturulmuştur. 1968’de kurulan serum çiftliğinde tetanoz, gazlı gangren, difteri, kuduz, şarbon akrep serumları da üretilmiştir. Ülke de hastalıkların yok olması ile 1971’de tifüs, 1980’de çiçek aşısı üretimi sonlanmıştır.
Ülkemizde aşı üretimi 1996’da DBT ve kuduz aşısı, 1997’de BCG aşı üretiminin kesilmesi ile
sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğunda ilk aşı üretimi ve uygulanmasının başından beri aşı lojistiği, uygulanması ile hastalıkların önlenmesi ücretsiz olarak Devlet eliyle yürütülmektedir.
Aşı üretiminin sona ermesi ile aşılar satın alınarak temin edilmektedir. İki binli yıllarda aşıların Türkiye’de üretimi konusunda tekrar ilgi artmıştır.
2009 yılında beşli karma (DaBT-IPV-Hib), 2011 yılında dörtlü karma (DaBT-IPV) 3 yıllık alımı yapılırken kademeli olarak paketleme ve enjektöre dolum teknolojisi ülkemize getirilmiştir.
2010 yılında zatürre aşısı (KPA-Konjuge Pnömokok) yine 3 yıllık alım garantisi karşılığı paketleme, enjektöre dolum yanında formulasyon teknolojisinin de ülkemize getirilmesi sağlanmıştır.
Halen yerli bir firma tarafından akrep ve yılan antiserumları da üretilmektedir.
2015 yılında yedi yıllık alım garantisi ile tetanoz ve difteri aşılarının kademeli olarak antijen üretimine kadar yapılması planlanmıştır. 2018 yılı içerisinde dolumu yapılırken 2019 yılında antijenin tamamen milli olarak üretilmesi beklenmektedir.
Bakanlığımız bünyesinde Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafından halen akrep ve difteri serum üretimi devam etmektedir. Bunun yanında öncelikle diğer stratejik serumlar ile hepatit A, Hepatit B, Suçiçeği aşısı milli aşı üretimleri de hedeflenmektedir.
10 Ekim 2020 Cumartesi
BÜTÇE REVİZE ELDİLMELİ Mİ?
google.com
BÜTÇE REVİZE EDİLMELİ Mİ?
Şahabettin Küçükyazıcı
Devlet Bütçeleri, kamu gelir ve giderlerine ilişkin öngörü ve tahminleri yansıtır.
Ülkelerin anayasalarında genel hatlarıyla şekillenir. Mutlaka geleceğe yöneliktir. Genelde her yıl tekrarlanır, devri bir nitelik taşır. Sınırlı süreli yetki verirler. Yürütme organının programıdır. Giderlerin yapılması ve gelirlerin toplanması için yasama organı tarafından yürütme organına verilmiş bir ön izin niteliğindedir. Bütçe kanunları, tüm kamu kurum ve idarelerini kapsar. Gelir ve giderlerin denk olması beklenir. Uygulama sırasında ve sonrasında yasama, yürütme ve yargı organları tarafından denetlenir.
Anayasamıza uygun olarak, 2020 yılı için de usulüne uygun olarak TBMM de kabul edilmiş bütçemiz yürürlüktedir.
Tümdünyayı etkisi altına almış bulunan "CORONA SALGINI" ülkemizde de etkili olmaya devam etmektedir. Bu sorunla mücadele görevi olan Sağlık Bakanlığımız, tüm imkanları ile sorunun üstesinden gelmek için üstün çabalar göstermektedirler.
Ancak, bu belaya bağlı olarak otaya çıkacak sorunlar, yalnızca sağlıkla ilgili değildir. Kapanan işyerleri, işsiz kalan yurttaşlar, ödenemeyen senetler, üretim düşüşleri, iç ve dış ticarete, turizme etkileri tüm bakanlıkları ilgilendiren büyük sorunlara neden olacağı görülmektedir. Milli Eğtimden, Çevre Bakanlığına kadar bütün bakanlıkların gelir ve giderleri bundan etkilenecek gibi görünmektedir.
Bu durum karşısında, esasen normal koşullarda dahi yılın ilk üç aylık döneminde hedeflerini tutturamadığı açıklanmış olan 2020 bütçesinin gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır.
Konu ile ilgili olarak, TBMM'nin acilen bir "Bütçe Revizyonu" üzerinde çalışmalar başlatmasının yerinde olacağı düşünülmektedir.
1 Ekim 2020 Perşembe
google.com
AZERBAYCAN KARDEŞTİR
"KARDEŞİN KARDEŞE BORCU OLMAZ "
8 Eylül 2020 Salı
ÇOCUKLARIMIZIN SAĞLIĞI VE GELECEĞİ
www.google.com
Şahabettin KÜÇÜKYAZICI
Coronavirüs sorunu başladığından bu yana, Devlet ve Hükümet yetkilileri konu ile yakından ilgilenmişler ve devam etmektedirler.
Öncelikle, kısmi sokağa çıkma yasakları ile birlikte okulların tatili gerçekleştirilmiş, AVM ve diğer toplu satış yapılan pazarlar ve benzeri yerlerin çalışmaları kısıtlanmıştır. Bu çerçevede kapalı tutulan camilerin belirli kurullarla hizmete açılması gerçekleşmiş, düğünlere belli kurallarla izin verilmiş, ancak eğitim kurumlarının açılması konusunda karar alınamamıştır. Daha önemlisi, eğitim kurumları ile ilgili olarak, yetkili bilimsel kurullar oluşturulmamış, araştırmalar gerçekleştirilmemiş olması nedeniyle, esasen ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunan eğitim camiası yeni bir sıkıntılı döneme girmiş bulunmaktadır.
Milli Eğitim Bakanlığı sağlam gerekçelere dayanan kararlar yerine, geçici ve tereddüt yaratan kararlar almaya devam etmektedir.
Eğitim kurumlarının, yüz yüze eğitime başlaması demek, çocuk ve gençlerin kaynaşması demek olacaktır. Bu da salgın hastalığın bulaş riskini artıracak, çocuklarla virüs evlere taşınmış olacaktır.
Bunun yanı sıra, çalışan anne ve babaların çocuklarını dede ve ninelere taşınmasının da önüne geçilemeyecektir.
Halbuki, nine ve dedeler hastalığın birinci derecede risk grubuna giren kronik hastalık sahibi kişiler olduğu da sık sık gündeme getirilmektedir.
Maske üretim ve dağıtımı ile başlayan, hangi hastanelerin pandemi hastası kabul edeceği, yoğun bakım servisleri kapasitesi tartışmaları ile çözüm arayışları sürmektedir.
Bunların yanı sıra, halkın da tutumu çok ilginçtir. Kendilerinin ve yakınlarının sağlıkların önemsemeyen gruplar, ilk fırsatta AVM lere koşmakta, toplu taşıma araçlarına hiçbir kurala uymadan binmeye devam etmektedir. Yasaklarla bu tutum ve davranışların önüne geçilmesi pek kolay görünmemektedir.
Benim yaşımda olanlar iyi hatırlayacaklardır. Bizler, sıtma, çiçek, tifo ve verem salgınların yaşadık. Üstelik o yıllarda Ülkemizin ekonomik ve sosyal koşulları günümüzle kıyaslandığında çok daha kısıtlı idi. Buna rağmen, sokakları gezen çamaşır yıkama araçları (atlı), BCG aşıları, ücretsiz dağıtılan kinin, etanbutol ve benzeri ilaçlarla Devletimiz salgınların önüne geçmiş o hastalıkların kökünü kazımıştır. Covit 19 için de yakında her türlü önlemin alınacağından kuşkumuz yoktur.
Burada dikkat çekmek istediğimiz konu eğitim ve çocuklarımızdır.
Yetkililerin açıkladığı, uzaktan eğitim veremediği öğrenci sayısının, bir milyon beş yüz bin olduğunu duyduğumda oturduğum yerden fırlamıştım. Hani ne oldu, her öğrenciye bilgisayar projeleri?
Her köyde bir cami ve personeli görev yapmakta iken, 16 bin okulu okulsuz ve öğretmensiz bırakarak, saatlerce çocukları minibüslere mahkum eden uygulamaları ne zaman tartışabileceğiz?
Köy okullarının açılması, hatta artırılması suretiyle, uzaktan eğitim araçlarından öğretmen nezaretinde çocuklarımızın yararlanmasının önü açılabilir. Bu çerçevede, her okula bir sağlık odası ve personeli uygulamasının başlatılması de gereklidir. “Bizim gençlik yıllarımızda, öğrencisi olduğum Kabataş Lisesi ve diğer köklü okullarımızda Revir ve sağlık görevlileri bulunmaktaydı.”
Bununla birlikte, salgın hastalık gölgesinde eğitim sistemimizin olumsuz etkilenmemesi konusunda ve diğer konularda, Atatürk döneminden bu yana hizmet vermekte olan Talim-Terbiye Kurulu’nun yetkilerinin artırılarak, üniversiteler ve öğretmen kuruluşlarının katkı vereceği, yoğun bir çalışma ile önlemler belirlemesinin uygun olacağını düşünüyorum.